Diğer kategorilerdeki aydın gibi Müslüman aydının zihinsel uğraşısı nedir? Kendine özgü bir paradigması, Tarihsel İslam düşüncesinin ayırt edici vasfı her branş için bir usul vaz’ederken, Müslüman aydın düşünürken veya bilgi üretirken takip ettiği bir usul var mıdır? Yaşadığı çağın şahidi iken modern dünyanın karmaşık sorunları ile dini arasında doğru ilişkiler kurabiliyor mu? Edindiği veya edindirildiği zihin yapısı ve bilgi türüyle bireyin durumu, toplumun örgütlenme modeli, sürüp giden çatışmalar, çevre ve ekolojik sorunlar, insanın yeni bir varlık görüşüne sahip olması, nihilizmin ötesinde sahici bir alem tasavvurunun geliştirilmesi ve şu anda içinden geçmekte olduğumuz küresel krizden sahici çıkış yollarını gösterebilir mi?

Modern bakış açısı insanlığın dine ilişkin sahih algısını derinden zedelemiş durumda. İnsanın, bir ara teşevvüşe düşüp “insan mıyım, at mıyım” diye şüpheye düşmesi gibi tarih, antropoloji, sosyoloji, felsefe vd. disiplinlerin genel insanlık zihni üzerinde kurduğu hegemonya, herkesi kendi dininden, Tanrı inancından şüpheye düşürdü. Müslüman zihnin maruz kaldığı şaşkınlık bunun neticesi. 

Müslümanlık hem siyaseti hem kültürü aşan, ondan fazla olan bir varoluş tarzıdır. Bu bir ölçüde Hıristiyanlık, Yahudilik ve Budizm için de öyledir. Bu havzalardaki dini hareketlerde gelgitler yaşansa da din her zaman insan bilincinde ve hayatında yerini, önemini koruyabiliyor. Söz konusu dinlerin müntesipleri dinlerini özel, marjinal ve izafi alana hapsetme azminde olan modern kültüre karşı menasiklerini korumaya çalışıyorlar. Oryantalist veya salt akademik dürtülere sahip değilse, hiçbir Budist filozof, bir Yahudi din adamı veya bir Hıristiyan rahip, kültürel ve salt entelektüel bir faaliyet olsun diye diniyle ilgilenmez, içinde yaşadığı, şahit olduğu dünyanın sorunlarını anlamaya çalışır.  Varlığı nasıl anlamlandırmalı, hayatın anlamı nedir, ölümden sonra ne olacak? Bunlara ilaveten müslüman dünyada yaşanan sosyo politik, ahlaki ve felsefi/kelami krizler söz konusu.

Müslümanlık söz konusu olduğunda bu sorulara aranacak cevaplar daha çok önem kazanıyor. İslam, dünyevi hayatla ilgili bir din ve 1445 yıllık zengin bir düşünce ve tecrübeye sahip. Tabir caizse “sekülerlik” bu dinin zahiri, dünyevi pratiğidir. Zahir ile bâtın biri diğerine zıt iki ezeli cevher olmadıklarından –tam aksine biri diğerini açığa vuran veya içinde saklayan Esma’dandırlar- ilahi daveti zıt kategorilere ayırmak mümkün değildir. Bu manada Kültürel Müslümanlık Siyasi Müslümanlığı besliyor. Siyasi Müslümanlık da tabii ki konjonktürel olarak Kültürel Müslümanlığı ve Sosyal Müslümanlığı besliyor. Başka bir ifade ile siyasetçi, filozof/mütefekkir ve cemaat lideri/tarikat şeyhi aynı menzilin yolcularıdır. Her üçünün ortak sıfatı takva olursa sağlıklı bir ümmet toplumu teşekkül eder. Bu ümmet hem siyasi birliğin hem evrensel kardeşliğin işleyen modeli yerine geçer.

Ancak Milli Görüş hareketinde ve sonra AK Parti deneyiminde öngörülmeyen bir durum ortaya çıktı: Öteden beri uzak mesafede durup lojistik destek sağlamakla yetinen Müslüman aydınlar (yazarlar, akademisyenler, hocalar vs.) bu siyasi hareketlere destek verdiler. Bir bakıma siyasetin kültürel zeminini hazırladılar, argümanlarını geliştirdiler, bir retorik, bir dil oluşturdular. Bu sayede Türkiye’deki siyasi Müslümanlık büyük bir miras ve birikim üzerine oturdu. Siyasi İslam bir bakıma bu mirası ve birikimi kullanıyor, onu siyasete tahvil ediyor. Bir asırdır Anadolu’da bir vaiz “Allah” demişse, -ki vaizin niyeti bu değilse de- Siyasi İslam’a yaramıştır. 

Milli Görüş partileri koalisyon ortağı olarak iktidara geldiklerinde Müslüman aydınlar, devlete yine de mesafeli durdular. Amatör ruhla sürdürdükleri çabaları 1990’larda yayın dünyasında insitiyafi ellerine geçirmelerini sağladı; en çok okuyan, yeni görüşler geliştiren İslamcılar oldu; kitapları onbinlerce satıyor, dergileri yüzbinin üstüne çıkıyordu. 1983-1998 arasında yayınlanan İslam Dergisi, bir ara 105 bin sattı. 1976’da yayına başlayan aylık Düşünce Dergisi 7.000, Düşünce Yayınlarından çıkan kitapların ilk baskısı 5.000, haftalık Şura Dergisi 38.000 satıyordu.

Ancak 3 Kasım 2002 seçimleriyle AK Parti iktidara geldiğinde durumda belli belirsiz bir değişim yaşandı. Bazı vakıflar aracılığıyla, neredeyse belli başlı ne kadar birikim sahibi diri zihin varsa, iktidarla iş tutmaya başladı. Akademisyenler, yazarlar işlerini bırakıp siyasete atıldı, bürokraside görev almak için birbirleriyle yarışa girdi.

Bu tecrübe bize şunu sordurtmalıydı: Müslüman aydınlar iktidara eklemlendiklerinde, “halkın organik aydınları” olmaktan çıkıp iktidarın ve elbette “devletin organik aydınları” rolünü benimsemiş olmuyorlar mıydı? Gramsci’nin kavramsallaştırmasından hareket edecek olursak, organik aydın siyasi iktidarın propagandistidir. Aydının, ulemanın, entelektüelin misyonu iktidarla organik ilişkiler kurmak mı, devlete lojistik destek sağlamak mı, yoksa halkın vicdanı ve selim aklı konumunda durup eleştirel yaklaşmak mı?

Avrupa’da uzun asırlar hükmeden Kilise Babalarının veya ruhban zümresinin, bizde resmi ulemanın yerini alan aydın, doğası gereği resmi toplumdan, iktidardan yana tavır alır. Yazarı, sanatçısı, akademisyeniyle aydın, tarihsel bir kategori olarak, modern devlet adına toplumu değiştirme, dönüştürme misyonunu üstlenir, buna mukabil devletin teveccühünü kazanır. İsmet İnönü, “Aydınlar mı, onları düşünmeyin, kesenin ağzını biraz açın, problem hallolur” demişti. Yakın çevresine “sadece yedi düvel değil, millet de bize düşmandır” sözünü söyleyen İnönü, resmi itibar ve ulufenin aydınlara yeteceğini, onların da halkı rejime itaat etmeye ikna edeceklerini biliyordu. İnönü’nün bu durum tespiti tamı tamına Gramsci’nin “organik aydın” dediği kalleş zümreyi özetler.
       

“Halkın organik aydınları” dediğimiz Müslüman aydınları halkın içinden çıkan, halkın desteğiyle ve halkın beslediği insanlar, 1970’lerde nadir olduklarından el üstünde de tutulur, başka hiçbir ülkede görmedikleri itibarı görürlerdi. 1970’lerde bu aydınların ileride iktidar imkanı bulduklarında mecra değiştirip değiştirmeyecekleri bilinmiyordu. İslamiyet’i referans alan aydınlar, bir yandan Türkiye’nin, bölgenin, dünyanın ve modernliğin sorunlarını tartışıp bu konular üzerinde yoğunlaşırken bu arada siyasi iktidarı, -Müslüman kimlikli insanların elinde olsun veya olmasın- belli bir mesafeden sorgulayabilecekler miydi? Geçmişte belli başlı müslüman ulemanın yolunu takip edip yol göstermek ve meşru çerçevede muhalif kalmakla yetinecekler miydi? 

Süren pratikten anlıyoruz ki, aydın farkında olsun olmasın, devlet tarafından devşirilir –Osmanlı’yı yüzyıllarca ayakta tutan devşirmelerdi- devşirme tam devleti ele geçirdiğini düşündüğünde devlet onu ele geçirir. Ben buna “Müslüman aydının içine devlet kaçtı” derim.

Tabii ki 21. Yüzyılın ilk yıllarında bu konuda kesin bir şey söylenemezdi, henüz aydın iktidar tecrübesi yaşanmamış, sonuç vermemişti.

Öyle de olsa bir öngörüde bulunmak imkansız değildi. İran’da bir tecrübe yaşanmış, orada kaybeden taraf aydınlar olmuştu. Nitekim ilk 10 yıllık sürede AK Parti iktidarının, Müslüman aydınları devletin işleriyle meşgul etmesi ve neredeyse kahir ekseriyetiyle sivil toplum kuruluşları ve cemaatleri iktidar hevesine ve işlerine dahil etmesi bakımından kötü bir sonuç verdi. 


İran’ın kendi özel şartlarından kaynaklanan ulema ile aydınlar arasında öteden beri bir gerilim söz konusu. Devrimden sonra aydınlar ulemanın sahip olduğu dinamikler üzerinde yoğunlaşıp topluma yöneleceklerine, devrimi ele geçirip ulemayı tasfiye etmek istediler, mollalara “Tamam devrimin öncüleri siz oldunuz ama artık medreselerinize çekilin, yönetme sırası bizde” diyorlardı. İmam Humeyni, bu aydınları buğday tarlalarını istila eden çekirgelerin çekildikten sonra geriye yumurtalarını bırakmaları gibi, aydınların İslam dünyasında sömürgecilerin İslam diyarında bıraktıkları yumurtalar olduğunu söyleyip buna karşı çıktı. Devrimi yapan yönetecekti.

İran’da aydınlar, Osmanlı’nın Tanzimat’tan sonra, Tanzimat’la Meşrutiyet arasında yapmak istediği şeyi yapmaya çalıştılar ancak kavgayı kaybettiler. Ulemanın kazanması İslam tarihinin ilk tecrübesiydi, ne var ki bu, tarihsel manada ulemanın beklenen misyonu üstlendiği anlamına gelmedi, başka yerlerde aydınlar hangi fonksiyonu gördülerse, sivil olmaktan çıkıp resmi misyon kazanan ulema da kısmen benzer bir rol oynadı.

Bu tabii ki ulemanın tarihsel imajı ve İslam devrimi açısından düşündürücü olup üzerinde uzun uzadıya durmayı hak eder. 

Reel durumdan hareket edecek olursak, “bugüne ait doğru profil” Mısır ve Pakistan örneğindeki gibi Türkiye’de de Müslüman entelektüellerin daha uzun bir süre İlk Nesil İslamcılar gibi “aydın-ulema” profilini geliştirmeleri, bağımsız ve siyasi iktidara karşı rezervli olmalarıdır. Doğru pozisyon, Müslüman entelektüellerin, siyasi görüşünde, programında ve kadrosunda hayır buldukları iktidara uzak mesafeden, meşru ve doğru olan kulvarlarda destek verirken iktidarla organik bir ilişki içine girmemesi; gerektiğinde sorgulayıcı, yol gösterici, öneri getirici bir konumda olmasıdır.  Aksi halde Türkiye’nin laik aydın geleneğinde olduğu gibi devletle iç içe girmek mukadder olur; sahih bir paradigma üzerinden yeniden tanımlanıp gerçekleşinceye kadar verili devlet her ideoloji ve sosyal grubu kendi varlığı ve bekası için istihdam eder, işi bitince bir kenara atar. İktidara eklemlenen Müslüman aydınların başına gelen ve gelecek olan budur; bir bölümü derin bir hayal kırıklığına uğrayacak, bir bölümü de elde ettiği dünyevi kazançla günü gün etmekle yetinecektir.

Sosyo politik, ahlaki ve kelami/felsefi derin bir krizin içinden geçtiğimiz açık. 

Kriz aynı zamanda bir imkan, bir fırsat. Büyük düşünceler, büyük kriz zamanlarında ortaya çıkar. Krizin içinden ne salt modern aydın ne artık kendini yenilemekten yoksun ulema profiliyle çıkmamız mümkün; belki uzun süren bu fetret dönemine mahsus olmak üzere aydın-ulema profili üzerinde düşünülmelidir. Müslüman entelektüeller,  İslam geleneğinde alimlerin dediği gibi “Sultanın sarayından, zenginlerin sofrasından uzak durup” bağımsızlıklarını muhafaza etmelidirler. Geçmişte de “Fetva ve hüküm ehli bey sofrasından uzak durmalı, vazifelerinin tabiatı bunun gerektirir ” denirdi ki, bu alimlerin fildişi kulelerde oturması demek değildir, belli mesafeden yol gösterici olmaya ve yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını korumaya matuf bir tedbirdi.  

Türkiye’nin şartları “aydın-ulema profili”nin ortaya çıkıp toplumsal bir rol oynamasına müsaittir.  İran’ın şartlarında durum farklıdır, Safevilerden Kaçar hanedanına, Meşrutiyet’in ilanından İslam devrimine kadar İran’ın baskın karakterinde ulema (mollalar) toplumsal önderlik rolünü oynamaktadırlar. İran uleması fıkıh, kelam, irfan ve felsefe yanında Batı dünyasını da takip eden bir zümredir. İran’da Sünni dünyanın aksine felsefe geleneği kesintiye uğramadı, irfan adı altında verimli bir mecrada yürüdü, bugüne kadar geldi. Ulemanın Velayet-i fakih modeliyle inisiyatif kazanması yepyeni bir tecrübedir, pratikte anlaşılan aksaklıklarına rağmen, saltanat öncesi Hilafet gibi, monarşi sonrası Velayet-i fakih de orijinal bir modeldir. Model bugüne kadar dikkate değer iyi örnekler verdiği gibi, kötü örnekler de vermiştir. 

İran ulema zümresinin zengin bir tarihi deneyimi yanında mali özerkliği var ki, onu şu veya bu iktidara karşı özerk kılan budur. Türkiye’de aydınlar ve akademisyenler bir yerden devlete bağlıdırlar. Geçmişte Emevilerde ve Abbasilerde ulemayı özerk kılan, devletin neredeyse yok derecede müdahalesinin olmadığı özerk bir tüccar sınıfının ilim, sanat ve edebiyat hayatını finanse etmesiydi. Bunun yanı sıra hukuk yapma yetkisi ve eğitim özerk ulemanın uhdesindeydi. Modern zamanlarda ise tarihin en totaliter devletinin hükmü altında yaşıyoruz; devlet yasamayı/hukuku, eğitimi ve ekonomiyi kontrol ediyor. Böyle bir ortamda özerk aydın, ulema yetişmesi tabii ki zordur. Ama hiç değilse toplumsal zihniyeti dönüştürme azminde olan aydınlar okul, üniversite, medya, yayın, sivil toplum kuruluşları vb. alanlarda çalışıyor olsalar bile görece fikri ve ruhsal özerkliklerini koruyabilirler; bilinç sahibi müslüman tüccar ve iş insanları da her köşe başında görkemli camiler, siyasi partilere ara eleman yetiştiren sözüm ona sivil vakıflara kaynak aktaracaklarına güçlü entelektüelleri yetiştirecek, toplumu manevi, ahlaki ve fikri yönde dönüştürecek faaliyetlere yatırım yapabilirler.

Aydını ve zenginiyle İslami samimi hassasiyeti olan herkes, şu suali kendine sorup cevabını aramalı: 12 Eylül 1980 darbesi ertesinde Milli Güvenlik Konseyi’nde Kenan Evren’e verilen brifingte “Paşam, ülkede ilkokul çocuklarından ve emekli generallerdin başka Atatürkçü yok” denmişken, 28 Şubat 1997’lerde Kemalizm Atatürkçü Düşünce Derneği gettosuna hapsolmuşken, nasıl oluyor da bugün Kemalizm milyonların yücelttiği, bir kısım sabık İslamcı veya mütedeyyin şahsiyetin temenna çektiği ideoloji haline geldi? Sadece İslamcılıktan değil, neredeyse İslam dininden teberri edenlerin tümü kötü niyetli insanlar değil. Bu insanları, kitleleri dinden ve dindardan hangi sebep ve hangi “dindar profil” kaçırttı?

Aydın sorunu bağlamında Türkiye için söz konusu olan Mısır, Pakistan, Malezya ve Endonezya için de söz konusudur. Her bir ülkenin ve dünyanın bugünkü sorunlarını anlamak ve tanımlamak için iki geleneği, hem Batıyı, modernliği, Aydınlanma’yı; hem de geleneksel İslam kültürünü ve İslami ilimleri  bilme zarureti var. Aksi halde “iki kanat”tan birine felç inmiş olur. 

Laik aydınlar, aksini düşünseler de tamamen seküler, kendileri dahi din dışı ve din karşıtı bir durumu içselleştirmeleri zordur. Sarıldıkları din dışı/seküler felsefe, yaşadıkları toplumun tarihinin ve mevcut realitesinin ürünü değildir. Türk, Arap, Kürt veya Malay aydını, gerçek anlamda bir Egzistansiyalist, Yapısalcı, Marksist olabilir mi? Yapısalcılığı da, varoluşçuluğu da, Marksizm’i de besleyen, yüzyıllara uzanan bir gelenek var. Agnostik Mete Tuncay, “kültürel Müslüman” olduğunu söylüyor. Çünkü bu toplumun kültür ikliminde, köklerinde ateizm veya materyalizm yok. İçselleştiremediği için toplumsallaştıramıyor. 

Müslüman entelektüellerin zamana karşı eleştirel bir tavrı sürdürmeleri hayati derecede önemlidir. Ölmüş bir paradigma İslam’ın oksijen çadırına alınıp yaşatılmamalı. Muhtemel bir tıkanıklığın topyekun İslam’a mal edilmemesinin de bir sigortasıdır bu. Neticede İslam, ne salt siyasete, ne salt kültüre indirgenemeyeceğine göre herhangi bir alanda, herhangi bir zümrenin, grubun veya hareketin yaptıklarının ve yapamadıklarının bu derece yaygınlaştırılmasının da yanlışı İslam’a mal edilemez.

İslam yaşayan, canlı bir gelenektir. Bir nehir gibi sürekli akar. Bizim ister siyasetçi, ister fikir adamı, ister tüccar veya bir meslek erbabı olsun, düşüncelerimiz ve amellerimiz, İslam’dan anladıklarımızdır. İslam’ın kendisi değildir kuşkusuz, fakat ondan kopuk da değildir. Nübüvveti ve bid’at-ı hasene hükmündeki zengin geleneği redde dayanan hareketlerden modern dünyaya meydan okunamaz, aksine temel iddiaları İslam tefekkürü yanında koca bir tarihi mirası çöpe atıp moderniteye teslim olunur. 

Cehdimiz, mücahedemiz ve içtihatlarımız kapasitemizle ilgilidir. Denize bir tasla giden bir tas suyla döner, testiyle giden bir testi su doldurup getirir. İslam’ı bizim idrakimize ve pratiklerimize indirgeyip mutlaklaştırmadan imtina ettiğimiz zaman, bizden sonrakilerin veya bizim dışımızdakilerin daha farklı, daha doğru bir yorum getirmelerinin yolunu açmış oluruz. Hıristiyanlığın geçirdiği tecrübe ibret vericidir. İncil yorumcuları tefsirlerini kutsal kelam olarak takdim ettiler. Biz aynı hataya düşmekten kaçınmalıyız.

İslam geleneğinde beşeri mutlakiyetçilik yoktur, bizim bilgilerimiz zannidir. Sahih geleneğimize uygun olan budur. Unutmamak gerekir ki hem Sünni hem Şii büyük alimler İslam tarihinde hep sivil kalmışlardır. Bunların hepsi devlete savaş açmış insanlar değildir! Bir kısmı elbette zulme, haksızlığa karşı mücadele ettiler. İktidarla ilişkilerin en iyi olduğu dönemde bile sivil karakter ve konumlarını muhafaza etme kararlılığını gösterdiler.

İktidar tabiatı icabı ayartıcıdır. Müslüman entelektüeller, muhteris siyasetçilerin peşine takılırsa, sadece kısa vadeli dünyevi menfaatler elde edebilirler, fakat gerçek iktidarı, bilginin sağladığı hakiki, sahih ve ıslah edici iktidarı ellerinden kaçırmış olurlar. 

Yorum bırakın

Trend